15 Mayıs 2013 Çarşamba

Gerçekçi Sinema




                  Türk sinemasında ticari gerçeklere uygun hareket etmeyen filmler azınlıkta kalır. Azınlıkta kalan bir yönetmen grubu sinema yapmaya çalışmış ve kendi birikimleri doğrultusunda iyi filmler üretmeye çalışmıştır. Bu yönetmenlerin başında Muhsin Ertuğrul gelir. Tiyatrodan sinemaya geçen Ertuğral Türkiye'de sinemanın gelişiminde başrolde yer alır. İlk yerli film şirketlerini kuran, ilk sesli filmi çeken ve ilk renkli yerli filmi çeken Ertuğrul, ilk renkli filmi Halıcı Kız'da bu topraklara ters düşen bir işe imza atar ve kadın filmi ortaya çıkarır. Erkek egemen düzene ve kadının objeliğine itiraz eder senaryosuyla. Kendi başına varolmaya çalışan, birey olmanın peşinde ve evleneceği kişiyi seçme özgürlüğünü kazanan bir kadın tiplemesi çizer. Tabii bu film popüler olmaz 1950'li yılların başında ve Muhsin Ertuğrul'un sinemadan soğumasına neden olur. Ama herşeye rağmen literatürde ilk renkli film olması ve de konusu nedeniyle önemli bir yer edinir Halıcı Kız filmi.






            İlerleyen yıllarda başka özgün yönetmenler de çıkar. En başta Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz,Lütfi Akad, Zeki Ökten akla gelen isimlerdir. Türkiye gerçekliği üzerine başarılı bulunan hatta bazen yurt dışında ödüller alan filmlere imza atarlar. Özellikle 1961 anayasasının sağladığı belli bir özgürlükle arka arkaya Gurbet Kuşları, Susuz Yaz, Otobüs Yolcuları filmleri ortaya çıkar ve entellektüel kesim tarafından beğenilen filmler olarak Türk Sineması'nda yerlerini alır. Susuz Yaz Anadolu'nun kırsal kesimine gerçekçi bir biçimde açılırken yurtdışında da ödüller alır, Gurbet Kuşları ise köyden İstanbul'a göç hakkında önemli bir söylem sahibi olur, Otobüs Yolcuları ise, şehirleri yağmalayan işadamlarını ciddi bir şekilde dile getiren ilk film olarak göze çarpar.  1970li yılların sonunda ise Kemal Sunal'ın popülerliğinin zirve yaptığı dönemde oynadığı Kapıcılar Kralı, Çöpçüler Kralı, Kibar Feyzo gibi politik ve sosyolojik yanı ağır basan filmlere şahit olunur. Bu filmlerde başrollerde köyden şehre gelip yerleşmiş tutunmaya çalışan insanlar göze çarpar. Gurbet Kuşlarına göre fark yaratan durum bu filmlerde artık göçmenlerin yerleşmiş olmasıdır.

                 


                     Başta da belirttiğim gibi sinemada sosyal içerikli filmler azınlıktadır, estetiğin ön plana alındığı, görsel yanı ağır basan hatta konudan soyut filmler ise 2000'lerden sonra ortaya çıkar. Sovyet yönetmenlerin ve rus romancıların izinden gidecek Nuri Bilge, Semih Kaplanoğlu daha ortada yoktur. Türk entellektüelleri ise sayısı sınırlı sosyal filmlerle idare etmek zorundadır. Türk solu ise ellerindeki tek cesur devrimci yönetmen Yılmaz Güney'e mecburdur. Gerek baskı mekanizmaları, gerek sansür gerekse toplumsal tercihler ve talepler yönetmen ve yapımcıları zorlamaktadır. Darbeler ise 1960 müdahalesi sonucu çıkan 1961 anayasası dışında sinemayı hep engellemiştir. Sinemanın sokaktan kopuk olması sinemanın yalnızlığındandır aslında. Arkasında bakanlıklar durmaz, devlet televizyonu desteklemez, yapılan işlere devamlı bir sansür, müdahele söz konusudur. Sansür kurulu bazen filmleri dakikalarca keser, kırpar, canları isterse filmi hepten engeller. Halit Refiğ'in Yorgun Savaşçısı Aziz Nesin'lik hikayelere konu olacak türdendir. Filminin yandığı söylenir TRT tarafından, daha önce de kayboldu denmiştir. TRT iktidar değişince kadro değişikliğine uğrar ve yeni kadrolar Halit Refiğ'in çoktan unuttuğu bu eserinin bir kopyasının yakılmadığını ve yayınlanacağını belirtir. Yayınlandığında çok şaşkındır Halit Refiğ.

                         Türk sinemasının gerçekçiliğe ya da sinemaya fazla hizmet etmemiş olması tabii ki devletin egemen güruhlarının baskısıyla birince derecede ilgiliydi. Sonuçta dünyanın her yerinde sanatsal yanı ağır basan filmler fazla para kazandırmaz ve arkasında sponsor ve devlet desteği gereklidir. Bu topraklara geldiğimizde ise durum zun yıllar tam tersi olmuştur, devlet kösteği ve sponsor yoksunluğuyla yüzleşmiştir yönetmenler. Üstelik seyirci olarak da son derece sıkıntılı bir durum vardı. Sosyal içerikli normal bir seyircinin rahatlıkla izleyebileceği filmler de fazla yüz bulamadılar Türkiye'de. Kemal Sunal ve Şener Şen'in popülerlikleri sayesinde bazı filmler iş yapsa da bazı filmler gişede patlıyor ve zarar ettirdiği oluyordu. Özetle gerçekçi sinema rağbet görmüyor günlük hayatta bunalan, enflasyon, iç savaş hali, siyasi istikrarsızlık derken hayattan bezen insanlar masalsı ve bol ajite edilmiş filmlere kaçıyordu. Aslında bu durum günümzde de sürüyor. Bugün eski sinema izlerini fazlasıyla bünyesine alan ve son 8-10 yılda fenomenleşen Türk dizileri hayalci, sömürücü, gerilimden nema kapmaya çalışan senaryolarla yollarına devam edip ciddi reytingler alıyorlar. Karakterlerin bol kavga edip olur olmaz birbirine bağırdığı, holdingler devasa çiftlik evlerinde geçen, dar gelirli polisler,öğrencilerin fantastik evlerde kalabildiği uçuk kaçık senaryolar seyirciden ilgi görüyor, gerçeklik duygularını zedelemiyor. Zaten gerçeğin peşinde değiller, masalı arıyorlar. Prensle prensesin sonsuza dek mutlu, huzurlu, yaşlanmadan, güzelliklerini kaybetmeden sürdürdükleri cennet hikayeleri. Kişileri olumlu ve olumsuz yanlarıyla sunan gerçekçi filmler onları bozuyor. Onlar kusursuz, melek gibi saf, günahsız kahramanların hikayesi ve siyah-beyaz karakterlerin çatışmasından haz alıyorlar. Dünyanın böyle bir yer olduğuna inanmaya çalışıyorlar. Ara renklerin varolmadığı bir yaşam. Aslında bir anlamda Türkiye'de hakim politikanın, yani kendini hatasız kabul edip sürekli karşı grubu günahkar, iftiracı, hain ilan eden geleneksel ve günümüzde de popüler siyasal iklimin uzantısı bir durum bu.

                 Her sosyal gerçeklik gibi sinemada tercihler ve popüler olan filmler de yaşanılan hayatın sonucudur. Gerçek Türkiye'de milyonlar için o kadar zor geliyordu ki, sığınacak limanlar lazım oldu onlara. Türk sinemasının masalları bu yüzden tutuyordu ve gerçekçi filmler bu yüzden soğuktu. Halk aynaya bakmaya tahammül edemedi. Ordaki yansımadan uzak durmak daha güvenli geldi. Takvimler 2010'lu yılları gösterdiğinde de durum değişmemiş aslında. Günümüzde beyazperde eskiye göre farklı gerçi ama televizyona baktığımızda eski döneme ait Türk Sineması'ndaki modelin dizilerde ortaya çıktığı rahatlıkla görülüyor. 

                 Herşeye rağmen gerçeklik insana lazımdır, insanoğlu aklını gerçeklere sığınarak koruyabilir o yüzden bu yolda çabalayanların desteklenmesi dileğiyle...  

  


                

7 Mayıs 2013 Salı

Masalcı Sinema




                   Türk filmlerinin masalsı yanı her zaman dikkatimi çekmiştir. Birçok filmde saf, basit, çocuksu karakterler görürüz izlerken. Bazen anlam veremediğimiz davranışlar sergilerler, bazen bir yetişkinin asla söylemeyeceği şeyler söylerler, bazen sürpriz olaylara imza atarlar, sonuçta gerçek hayatta karşılaşmayacağınız durumların kahramanı olurlar. Bu masalsılıktan dolayı, bir dönem TRT2'de pazar akşamları yayınlanan sinemasal film kuşağının ismi bana çok anlamlı gelirdi. Çünkü eski filmlerin masallarla flört ettiğini görürdüm.

                 Bir dönem televizyon kanallarında sık yayınlanan filmler rahatlıkla tesbit yapmama olanak veriyordu. Sinemayla ilgili ilk farkettiğim masal ilişkisi Pamuk Prenses ile ilişkilendirdiğim filmlerdir. Kalabalık kadrolu ve başrolde; kavuşması sorunlu jön (Cüneyt Arkın,Ediz Hun, Tarık Akan) ve aktrisin(dört yapraklı yonca Türkan Şoray,Hülya Koçyiğit,Fatma Girik,Filiz Akın)oynadığı, üzerlerine yıkılan gerilim gereği oluşturulan senaryolarda film boyu, bazen mantıklı olabilen ama çoğu zaman da mantık sınırlarını zorlayan ayrılıklara şahit oluruz. Ortada kötü kalpli kraliçeyi temsil eden bir kadın vardır, bu genelde aktöre sahip olmak isteyen duygudan yoksun bir kişiliktir ve inandırıcılığı tartışmalı bir oyunla ayrılığa neden olur. Masal buradan sonra göze çarpar. Genelde savrulan kadın karakterdir ve hep sığınacağı bir takım insanlar bulur. Bu sığınacağı insanlar ise kadını erkeği veya genci yaşlısı olarak kadına aile ortamı sunan asla ciddiye alamayacağımız komik tiplemelerdir. Asla karakter oluşturamazlar ve tiplemeden öteye geçemezler bu kısır senaryolarda. Bazen kalabalık bir gruptur, bazen de kadının Yedikule veya Samatya meyhanelerinde şarkı söyleyip harçlık kazandığı sahnelerde yanında kemanla darbuka veya tef çalan küçük çocukla yaşlı amcadır. Bu tiplemeler; güven veren, sevecen ve asla seksist duyguya sahip olmayan durumlarıyla seyirciyi rahatlatır. Genel duygu durumları tamamen ana karakterlere endekslidir. Film süresince başroldeki ikilinin yanında koşulsuz destek verirler. Her zaman kadının çevresinde değil birçok zaman erkek oyuncunun çevresinde de bu tiplemeler yer alır ve boşrol ikilisi mutluysa çok neşelidirler, onlar ızdıraba esir düşerse onlardan fazla üzülürler. Kendi hayatları yoktur, kendi tasaları beklentileri önemsizdir ya da varolamaz. En önemlisi ise aşıkların engelleri bertaraf edip kavuştukları sahnelerde bu yedi cüce temsilcilerinin tadından yenmez. Neşe pınarı olur hepsi, hiperaktif biçimde ordan oraya koşuştururken görürüz bu tipleri.

                    Kuşkusuz üzerinden çok ekmek yenilen diğer masal ise Külkedisidir. Türkçe adı Kezban olarak sinemamızda efsaneleşmiştir. Hülya Koçyiğit'le birçok film çekilmiştir sihirli perinin dokunuşuyla değişen ve bir haftada köylü kızından aristokrat, görgülü, bilgili hanımefendiye dönüşen kadınların hikayesi. Alışık olmadığı bir ortama İstanbul'un Bebek sosyetesine, ordaki yalı ortamlarına gelen ve her nasıl oluyorsa ordaki asilzadelerle ve işadamlarıyla yakın akrabalık veya dostluk ilişkileri olan köylü ailenin fakir ve eğitimsiz kızının mucize dönüşüm geçirdiği filmler izliyordu Türk seyircisi. Tabii ki masallar birebir senaryoya çevrilmiyordu ama genel birtakım şablonlar uygulanıyor ve masaldan esinlenerek harekete geçiliyordu. Külkedisi senaryolarında  mesela illa kötü kalpli üvey olmak zorunda değildi, bazı ufak değişiklikler oluyordu. Ama üvey anneyi ve kızkardeşleri temsil eden ve zavallı köylü kızını aşağılayan bir grup ve bu kızcağızın mucize dönüşümüne ön ayak olan birileri (sihirli değnekli peri) mutlaka yer alırdı bu senaryolarda.




                   Kuşkusuz en çok ekmek yenilen senaryolardan bir kısmı ise Hansel ile Gratel'den esinlenilerek çekilen ve seyirciyi zamanında çok fazla coşturmuş olan çocuk yıldızların acılarına sahne olan filmlerdir.  Aslında içerisinde masal unsuru olan filmlerde birbirine yakın durumlar fazlaca yer alıyordu. Bu çocuk filmlerinde kadın yerine çocuk kovulurdu evden ya da bir şekilde baş kötü karakter kadının zulmüne dayanamaz evden kaçardı, arada bir bu kötü karakter üvey baba da olabilirdi ama Türk sinemasında genelde aileyi bozan, huzuru katleden kötü kadınlardır. Kötü adamların misyonu genelde aile dışından tiplere verilir.  Sonrası çocuk ordan oraya savrulurken iyi kalpli amcalara tesadüf eder ve seyircinin yüreğini dağlayan sahneler bitmiş seyircinin rahatlayıp sakinleşeceği sahnelere geçilmiştir. Bu tarz filmlerde yapımcı ve yönetmen yakınlarının çocukları yıldızlaşmış ve Türk sinema seyircisi Sezercik, Yumurcak, Ayşecik, Ömercik ve diğer birçok çocukla, sokaktan tamamen kopuk filmlere maruz bırakılmıştır. Siyasetin zirve yaptığı, sokağın iç savaş ortamına doğru ilerlediği 1968 sonrası 70'lerin ortalarına kadarki süreçte sinemada bu tip filmler çokça yapılmıştır. Öğrencilerin ve işçilerin meydanlarda hak arayışında can verdiği, şehirlerin kamplara mahallelere bölündüğü dönemde; gerçekten tamamen soyut bu senaryolar, kültür seviyesi gelişmemiş ,daha çok gecekonduya sıkışmış halk yığınının zihinlerinde yer etmiştir. Bir nevi onlar için ağlayıp rahatlama vesilesidir sinemada. Duygu sömürüsünün fazlaca yapıldığı bu tarz, zamanla ortaya çıkacak arabesk filmlerde de kullanılacaktır.




                   Aslında Türk sinemasındaki durum eşsiz değildir.
Hollywood, Bollywood veya İtalya sinemasında da benzer durumlar görülmüştür. Ama Türk filmlerinin özelliği benzer senaryoların sırf popüler olmaları dolayısıyla tekrar tekrar film yapılmış olmasıdır. Masalın bir tanesinden esinlenilen senaryo çok para kazandırırsa hemen benzer senaryolar devreye sokulur ve yıllar içinde o ilk filme benzer birçok film tekrar tekrar çekilirdi. Hatta sinemamız üzerine yapılan belgesellerde çok fazla ifade edilmiştir ki bazen aynı senaryo elden ele gezdirilerek defalarca filme çekilmiştir.Can Dündar'ın arabesk ile ilgili belgeselinde görülür ki tıpatıp aynı senaryonun çekilmiş okduğu 3 filmden, kopya sahneler arka arkaya yayınlanır ve durumun komikliği göze rahatlıkla çarpar. Dekor, ışık , oyuncu değişmiştir ama sahne ve diyaloglar birebir uyuşmaktadır. Bu duruma rağmen bu filmler ciddi gelir sağlamaktaydı, alıcısı mevcut senaryolardı.

                   Türk sinemasının eski devri kapanalı epey zaman oldu. Bugün televizyonlarda eskisi kadar Türk filmlerine yer verilmiyor .  Dolayısıyla yıldızlar unutulmaya başladı, bu filmlerle ilgili anıları olan insanlar günden güne azalmaya başladı, hatta son yıllarda sinemadan o kadar yıldız kaydı ki sinemacıları her gün cenazelerde görür olduk. O döneme ait tanıklar giderek azalıyor ve artık süratle azalıyor. Ne olursa olsun bize ait olan ve bir şekilde bize bizi sunmuş olan Yeşilçam'ı unutturmayan ve bu konuda belgeseller ve kitaplar hazırlamış olanlara teşekkürler...

Kaynaklar:   sinemaarsivi.com ,Can Dündar milliyet.com, sinematik.blogspot