15 Mayıs 2013 Çarşamba

Gerçekçi Sinema




                  Türk sinemasında ticari gerçeklere uygun hareket etmeyen filmler azınlıkta kalır. Azınlıkta kalan bir yönetmen grubu sinema yapmaya çalışmış ve kendi birikimleri doğrultusunda iyi filmler üretmeye çalışmıştır. Bu yönetmenlerin başında Muhsin Ertuğrul gelir. Tiyatrodan sinemaya geçen Ertuğral Türkiye'de sinemanın gelişiminde başrolde yer alır. İlk yerli film şirketlerini kuran, ilk sesli filmi çeken ve ilk renkli yerli filmi çeken Ertuğrul, ilk renkli filmi Halıcı Kız'da bu topraklara ters düşen bir işe imza atar ve kadın filmi ortaya çıkarır. Erkek egemen düzene ve kadının objeliğine itiraz eder senaryosuyla. Kendi başına varolmaya çalışan, birey olmanın peşinde ve evleneceği kişiyi seçme özgürlüğünü kazanan bir kadın tiplemesi çizer. Tabii bu film popüler olmaz 1950'li yılların başında ve Muhsin Ertuğrul'un sinemadan soğumasına neden olur. Ama herşeye rağmen literatürde ilk renkli film olması ve de konusu nedeniyle önemli bir yer edinir Halıcı Kız filmi.






            İlerleyen yıllarda başka özgün yönetmenler de çıkar. En başta Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz,Lütfi Akad, Zeki Ökten akla gelen isimlerdir. Türkiye gerçekliği üzerine başarılı bulunan hatta bazen yurt dışında ödüller alan filmlere imza atarlar. Özellikle 1961 anayasasının sağladığı belli bir özgürlükle arka arkaya Gurbet Kuşları, Susuz Yaz, Otobüs Yolcuları filmleri ortaya çıkar ve entellektüel kesim tarafından beğenilen filmler olarak Türk Sineması'nda yerlerini alır. Susuz Yaz Anadolu'nun kırsal kesimine gerçekçi bir biçimde açılırken yurtdışında da ödüller alır, Gurbet Kuşları ise köyden İstanbul'a göç hakkında önemli bir söylem sahibi olur, Otobüs Yolcuları ise, şehirleri yağmalayan işadamlarını ciddi bir şekilde dile getiren ilk film olarak göze çarpar.  1970li yılların sonunda ise Kemal Sunal'ın popülerliğinin zirve yaptığı dönemde oynadığı Kapıcılar Kralı, Çöpçüler Kralı, Kibar Feyzo gibi politik ve sosyolojik yanı ağır basan filmlere şahit olunur. Bu filmlerde başrollerde köyden şehre gelip yerleşmiş tutunmaya çalışan insanlar göze çarpar. Gurbet Kuşlarına göre fark yaratan durum bu filmlerde artık göçmenlerin yerleşmiş olmasıdır.

                 


                     Başta da belirttiğim gibi sinemada sosyal içerikli filmler azınlıktadır, estetiğin ön plana alındığı, görsel yanı ağır basan hatta konudan soyut filmler ise 2000'lerden sonra ortaya çıkar. Sovyet yönetmenlerin ve rus romancıların izinden gidecek Nuri Bilge, Semih Kaplanoğlu daha ortada yoktur. Türk entellektüelleri ise sayısı sınırlı sosyal filmlerle idare etmek zorundadır. Türk solu ise ellerindeki tek cesur devrimci yönetmen Yılmaz Güney'e mecburdur. Gerek baskı mekanizmaları, gerek sansür gerekse toplumsal tercihler ve talepler yönetmen ve yapımcıları zorlamaktadır. Darbeler ise 1960 müdahalesi sonucu çıkan 1961 anayasası dışında sinemayı hep engellemiştir. Sinemanın sokaktan kopuk olması sinemanın yalnızlığındandır aslında. Arkasında bakanlıklar durmaz, devlet televizyonu desteklemez, yapılan işlere devamlı bir sansür, müdahele söz konusudur. Sansür kurulu bazen filmleri dakikalarca keser, kırpar, canları isterse filmi hepten engeller. Halit Refiğ'in Yorgun Savaşçısı Aziz Nesin'lik hikayelere konu olacak türdendir. Filminin yandığı söylenir TRT tarafından, daha önce de kayboldu denmiştir. TRT iktidar değişince kadro değişikliğine uğrar ve yeni kadrolar Halit Refiğ'in çoktan unuttuğu bu eserinin bir kopyasının yakılmadığını ve yayınlanacağını belirtir. Yayınlandığında çok şaşkındır Halit Refiğ.

                         Türk sinemasının gerçekçiliğe ya da sinemaya fazla hizmet etmemiş olması tabii ki devletin egemen güruhlarının baskısıyla birince derecede ilgiliydi. Sonuçta dünyanın her yerinde sanatsal yanı ağır basan filmler fazla para kazandırmaz ve arkasında sponsor ve devlet desteği gereklidir. Bu topraklara geldiğimizde ise durum zun yıllar tam tersi olmuştur, devlet kösteği ve sponsor yoksunluğuyla yüzleşmiştir yönetmenler. Üstelik seyirci olarak da son derece sıkıntılı bir durum vardı. Sosyal içerikli normal bir seyircinin rahatlıkla izleyebileceği filmler de fazla yüz bulamadılar Türkiye'de. Kemal Sunal ve Şener Şen'in popülerlikleri sayesinde bazı filmler iş yapsa da bazı filmler gişede patlıyor ve zarar ettirdiği oluyordu. Özetle gerçekçi sinema rağbet görmüyor günlük hayatta bunalan, enflasyon, iç savaş hali, siyasi istikrarsızlık derken hayattan bezen insanlar masalsı ve bol ajite edilmiş filmlere kaçıyordu. Aslında bu durum günümzde de sürüyor. Bugün eski sinema izlerini fazlasıyla bünyesine alan ve son 8-10 yılda fenomenleşen Türk dizileri hayalci, sömürücü, gerilimden nema kapmaya çalışan senaryolarla yollarına devam edip ciddi reytingler alıyorlar. Karakterlerin bol kavga edip olur olmaz birbirine bağırdığı, holdingler devasa çiftlik evlerinde geçen, dar gelirli polisler,öğrencilerin fantastik evlerde kalabildiği uçuk kaçık senaryolar seyirciden ilgi görüyor, gerçeklik duygularını zedelemiyor. Zaten gerçeğin peşinde değiller, masalı arıyorlar. Prensle prensesin sonsuza dek mutlu, huzurlu, yaşlanmadan, güzelliklerini kaybetmeden sürdürdükleri cennet hikayeleri. Kişileri olumlu ve olumsuz yanlarıyla sunan gerçekçi filmler onları bozuyor. Onlar kusursuz, melek gibi saf, günahsız kahramanların hikayesi ve siyah-beyaz karakterlerin çatışmasından haz alıyorlar. Dünyanın böyle bir yer olduğuna inanmaya çalışıyorlar. Ara renklerin varolmadığı bir yaşam. Aslında bir anlamda Türkiye'de hakim politikanın, yani kendini hatasız kabul edip sürekli karşı grubu günahkar, iftiracı, hain ilan eden geleneksel ve günümüzde de popüler siyasal iklimin uzantısı bir durum bu.

                 Her sosyal gerçeklik gibi sinemada tercihler ve popüler olan filmler de yaşanılan hayatın sonucudur. Gerçek Türkiye'de milyonlar için o kadar zor geliyordu ki, sığınacak limanlar lazım oldu onlara. Türk sinemasının masalları bu yüzden tutuyordu ve gerçekçi filmler bu yüzden soğuktu. Halk aynaya bakmaya tahammül edemedi. Ordaki yansımadan uzak durmak daha güvenli geldi. Takvimler 2010'lu yılları gösterdiğinde de durum değişmemiş aslında. Günümüzde beyazperde eskiye göre farklı gerçi ama televizyona baktığımızda eski döneme ait Türk Sineması'ndaki modelin dizilerde ortaya çıktığı rahatlıkla görülüyor. 

                 Herşeye rağmen gerçeklik insana lazımdır, insanoğlu aklını gerçeklere sığınarak koruyabilir o yüzden bu yolda çabalayanların desteklenmesi dileğiyle...  

  


                

7 Mayıs 2013 Salı

Masalcı Sinema




                   Türk filmlerinin masalsı yanı her zaman dikkatimi çekmiştir. Birçok filmde saf, basit, çocuksu karakterler görürüz izlerken. Bazen anlam veremediğimiz davranışlar sergilerler, bazen bir yetişkinin asla söylemeyeceği şeyler söylerler, bazen sürpriz olaylara imza atarlar, sonuçta gerçek hayatta karşılaşmayacağınız durumların kahramanı olurlar. Bu masalsılıktan dolayı, bir dönem TRT2'de pazar akşamları yayınlanan sinemasal film kuşağının ismi bana çok anlamlı gelirdi. Çünkü eski filmlerin masallarla flört ettiğini görürdüm.

                 Bir dönem televizyon kanallarında sık yayınlanan filmler rahatlıkla tesbit yapmama olanak veriyordu. Sinemayla ilgili ilk farkettiğim masal ilişkisi Pamuk Prenses ile ilişkilendirdiğim filmlerdir. Kalabalık kadrolu ve başrolde; kavuşması sorunlu jön (Cüneyt Arkın,Ediz Hun, Tarık Akan) ve aktrisin(dört yapraklı yonca Türkan Şoray,Hülya Koçyiğit,Fatma Girik,Filiz Akın)oynadığı, üzerlerine yıkılan gerilim gereği oluşturulan senaryolarda film boyu, bazen mantıklı olabilen ama çoğu zaman da mantık sınırlarını zorlayan ayrılıklara şahit oluruz. Ortada kötü kalpli kraliçeyi temsil eden bir kadın vardır, bu genelde aktöre sahip olmak isteyen duygudan yoksun bir kişiliktir ve inandırıcılığı tartışmalı bir oyunla ayrılığa neden olur. Masal buradan sonra göze çarpar. Genelde savrulan kadın karakterdir ve hep sığınacağı bir takım insanlar bulur. Bu sığınacağı insanlar ise kadını erkeği veya genci yaşlısı olarak kadına aile ortamı sunan asla ciddiye alamayacağımız komik tiplemelerdir. Asla karakter oluşturamazlar ve tiplemeden öteye geçemezler bu kısır senaryolarda. Bazen kalabalık bir gruptur, bazen de kadının Yedikule veya Samatya meyhanelerinde şarkı söyleyip harçlık kazandığı sahnelerde yanında kemanla darbuka veya tef çalan küçük çocukla yaşlı amcadır. Bu tiplemeler; güven veren, sevecen ve asla seksist duyguya sahip olmayan durumlarıyla seyirciyi rahatlatır. Genel duygu durumları tamamen ana karakterlere endekslidir. Film süresince başroldeki ikilinin yanında koşulsuz destek verirler. Her zaman kadının çevresinde değil birçok zaman erkek oyuncunun çevresinde de bu tiplemeler yer alır ve boşrol ikilisi mutluysa çok neşelidirler, onlar ızdıraba esir düşerse onlardan fazla üzülürler. Kendi hayatları yoktur, kendi tasaları beklentileri önemsizdir ya da varolamaz. En önemlisi ise aşıkların engelleri bertaraf edip kavuştukları sahnelerde bu yedi cüce temsilcilerinin tadından yenmez. Neşe pınarı olur hepsi, hiperaktif biçimde ordan oraya koşuştururken görürüz bu tipleri.

                    Kuşkusuz üzerinden çok ekmek yenilen diğer masal ise Külkedisidir. Türkçe adı Kezban olarak sinemamızda efsaneleşmiştir. Hülya Koçyiğit'le birçok film çekilmiştir sihirli perinin dokunuşuyla değişen ve bir haftada köylü kızından aristokrat, görgülü, bilgili hanımefendiye dönüşen kadınların hikayesi. Alışık olmadığı bir ortama İstanbul'un Bebek sosyetesine, ordaki yalı ortamlarına gelen ve her nasıl oluyorsa ordaki asilzadelerle ve işadamlarıyla yakın akrabalık veya dostluk ilişkileri olan köylü ailenin fakir ve eğitimsiz kızının mucize dönüşüm geçirdiği filmler izliyordu Türk seyircisi. Tabii ki masallar birebir senaryoya çevrilmiyordu ama genel birtakım şablonlar uygulanıyor ve masaldan esinlenerek harekete geçiliyordu. Külkedisi senaryolarında  mesela illa kötü kalpli üvey olmak zorunda değildi, bazı ufak değişiklikler oluyordu. Ama üvey anneyi ve kızkardeşleri temsil eden ve zavallı köylü kızını aşağılayan bir grup ve bu kızcağızın mucize dönüşümüne ön ayak olan birileri (sihirli değnekli peri) mutlaka yer alırdı bu senaryolarda.




                   Kuşkusuz en çok ekmek yenilen senaryolardan bir kısmı ise Hansel ile Gratel'den esinlenilerek çekilen ve seyirciyi zamanında çok fazla coşturmuş olan çocuk yıldızların acılarına sahne olan filmlerdir.  Aslında içerisinde masal unsuru olan filmlerde birbirine yakın durumlar fazlaca yer alıyordu. Bu çocuk filmlerinde kadın yerine çocuk kovulurdu evden ya da bir şekilde baş kötü karakter kadının zulmüne dayanamaz evden kaçardı, arada bir bu kötü karakter üvey baba da olabilirdi ama Türk sinemasında genelde aileyi bozan, huzuru katleden kötü kadınlardır. Kötü adamların misyonu genelde aile dışından tiplere verilir.  Sonrası çocuk ordan oraya savrulurken iyi kalpli amcalara tesadüf eder ve seyircinin yüreğini dağlayan sahneler bitmiş seyircinin rahatlayıp sakinleşeceği sahnelere geçilmiştir. Bu tarz filmlerde yapımcı ve yönetmen yakınlarının çocukları yıldızlaşmış ve Türk sinema seyircisi Sezercik, Yumurcak, Ayşecik, Ömercik ve diğer birçok çocukla, sokaktan tamamen kopuk filmlere maruz bırakılmıştır. Siyasetin zirve yaptığı, sokağın iç savaş ortamına doğru ilerlediği 1968 sonrası 70'lerin ortalarına kadarki süreçte sinemada bu tip filmler çokça yapılmıştır. Öğrencilerin ve işçilerin meydanlarda hak arayışında can verdiği, şehirlerin kamplara mahallelere bölündüğü dönemde; gerçekten tamamen soyut bu senaryolar, kültür seviyesi gelişmemiş ,daha çok gecekonduya sıkışmış halk yığınının zihinlerinde yer etmiştir. Bir nevi onlar için ağlayıp rahatlama vesilesidir sinemada. Duygu sömürüsünün fazlaca yapıldığı bu tarz, zamanla ortaya çıkacak arabesk filmlerde de kullanılacaktır.




                   Aslında Türk sinemasındaki durum eşsiz değildir.
Hollywood, Bollywood veya İtalya sinemasında da benzer durumlar görülmüştür. Ama Türk filmlerinin özelliği benzer senaryoların sırf popüler olmaları dolayısıyla tekrar tekrar film yapılmış olmasıdır. Masalın bir tanesinden esinlenilen senaryo çok para kazandırırsa hemen benzer senaryolar devreye sokulur ve yıllar içinde o ilk filme benzer birçok film tekrar tekrar çekilirdi. Hatta sinemamız üzerine yapılan belgesellerde çok fazla ifade edilmiştir ki bazen aynı senaryo elden ele gezdirilerek defalarca filme çekilmiştir.Can Dündar'ın arabesk ile ilgili belgeselinde görülür ki tıpatıp aynı senaryonun çekilmiş okduğu 3 filmden, kopya sahneler arka arkaya yayınlanır ve durumun komikliği göze rahatlıkla çarpar. Dekor, ışık , oyuncu değişmiştir ama sahne ve diyaloglar birebir uyuşmaktadır. Bu duruma rağmen bu filmler ciddi gelir sağlamaktaydı, alıcısı mevcut senaryolardı.

                   Türk sinemasının eski devri kapanalı epey zaman oldu. Bugün televizyonlarda eskisi kadar Türk filmlerine yer verilmiyor .  Dolayısıyla yıldızlar unutulmaya başladı, bu filmlerle ilgili anıları olan insanlar günden güne azalmaya başladı, hatta son yıllarda sinemadan o kadar yıldız kaydı ki sinemacıları her gün cenazelerde görür olduk. O döneme ait tanıklar giderek azalıyor ve artık süratle azalıyor. Ne olursa olsun bize ait olan ve bir şekilde bize bizi sunmuş olan Yeşilçam'ı unutturmayan ve bu konuda belgeseller ve kitaplar hazırlamış olanlara teşekkürler...

Kaynaklar:   sinemaarsivi.com ,Can Dündar milliyet.com, sinematik.blogspot

                             

26 Nisan 2013 Cuma

Öztürk Serengil Fenomeni

                                                                                               26.04.2013
  
    Yeşilçamda bir dönem efsaneleşen Öztürk Serengil hakkında kendi bilgilerim doğrultusunda bir şeyler yazmaya çalışıyordum en son bıraktığım yerde. Aslında Serengil ve benzeri sanatçıları düşününce aklıma sinemanın o dönemi ve değişimi geliyor. Türk sineması belli dönemler can çekişse de son 10-15 yıllık süreçte yeniden kendine geldi. Ama bu yeniden toparlanma sürecindeki sinemamız artık Yeşilçam diye anılmıyor. Yeşilçam bugünkü sinemadan başka bir olguydu. Yapımcı yönetmen tarzı ve ilişkileri, oyunucuları, fenomenleri, ekolleri ve de özellikle takip ettiği, esinlendiği ve hatta taklit ettikleriyle başka bir sinemaydı günümüzdeki Türk sinemasından.

   Yeşilçam dönemi en başta üretkenliğiyle farklıydı. Türkiyede ve yakın ülkelerde önemli hasılatlar elde edildiği için yılda yüzlerce film üretilebiliyordu. Emektar birçok oyuncu aynı haftalarda ayrı ayrı 4-5 film setinde oyuncu olarak yer aldığından bahsederken kimi oyuncular film sayıları hakkında bilgi sahibi olmaktan uzaktılar. Erol Taş, Hulusi Kentmen, Münir Özkul gibi usta oyuncuların film sayıları 300'ler 400'lerle ifade edilir. Tam olarak da tesbit edilmesi zordur. 

            İşte bu kadar üreten ortamda bazı modeller gerekli hale gelmiştir. Şablon senaryolar, benzer konular, birbirini hatırlatan oyuncular, oyunculuklar fazlasıyla rastlanır Yeşilçam'da. Çünkü çok fazla film kaçınılmaz olarak konu sıkıntısı, senarist sıkıntısı ortaya çıkarıyordu. Komedi filmleri konusunda ise çok mantıklı bir model alındı. Bizim topraklarımızdan daha önce gelişme gösteren İtalyan sinemasının izleri takip edildi. Ordaki mizahi unsurlar, durum komedileri, jest mimiklere yüklenen mizah, oyuncunun komik duran görüntüsüne dayanarak seyirciyi güldürme unsurları kullanıldı. 1992-94 yıllarında Kanal 6'da bolca izlediğimiz Yavru ile Katip ikilisi birebir Türk komedi starlarına ilham kaynağı olmuşlardı. Zaten filmleri, dönemlerinde de Türkiye'de belli bir ilgi yakalar.
      Öztürk Serengil ülkede sevilmesini sağlayan Akdeniz usulü mizahla sinemada basamakları beşer onar tırmanmıştır. Çok tutulan İtalyan tarzda komedi zamanla İtalyan tarzı komedi seks filmlerine evrilirken de belli bir başarı yakaladı. Tabii burda filmlerin kahramanlarının yetenekli, sevimli oyuncular olması yetmiyordu başarı için. Bu model; seks dozu yüksek, az veya hiç olmayan komedi filmlerinde yakışıklı olmayan, hatta erkek seksapelitesi açısından kusurları açıkça görülen aktörler gerektiriyordu. Başarıda anahtar buydu, çünkü ortalama seyirciyi rahatlatan, sinemaya çeken gizli bir oyundu bu. Yeşilçamda bu modelde parlayan Öztürk Serengil erken yaşta saçları açılmış, yüz olarak çirkin, Aydemir Akbaş yaşı ilerlemiş, çok zayıf, kısa boylu idi, ve diğerleri, hiçbiri fiziksel olarak cazip tipler değildi; Nokta ile Virgül ikilisi, Behçet Nacar, Mete İnselel, Kazım Kartal ve daha başkaları. Seyircinin, özellikle erkek seyircinin kolay kabullendiği, kendini rahatlıkla özdeşleştirebildiği modeller.  
          Öztürk Serengil'in 1960'larda çok hızlı artan şöhreti yeteneğinin yanında bu modellemede sahip olduğu şanslı konuma da bağlıydı. Seyirci profiline uygun bir modeldi. Çok iyi reyting yakalamıştı ve seri üretime girmişti. Çok hızlı yazılarn özensiz senaryolar, baştan savma yönetmenlikle, görüntü kalitesi açısından bir şey vadetmeyen, oyunculuk niteliği olarak da düşük, bütçesi de kısıtlı birçok film çevrildi ardı arkasına. Bunları kimi ciddi hasılatlar getirdi, kimi standart hasılatlar verdi ama Öztürk Serengil için hesapsız kazanılan ve harcanan bir dönem başlamıştı. Tabii karnını doyurmakta zorlandığı günlerden 3-5 yılda bu günlere geçişte denge ve istikrar yakalamak kolay değildi ve de dengeyi yakalayamadı. Kumara yöneldi ve kumar bağımlılığı başladı. Sayısız kadınla birliktelikler yaşıyordu. Şöhreti ve parasından dolayı peşine takılan insan çok fazlaydı. Bazen bir kadından bir gecelik ilişki teklifi alıyor, diğer gün kumar için yeni alternatifler sunuluyor ya da yeni mekanlarla ilgili bilgi veriliyor ertesi gün yatırım ve iş teklifi geliyordu. Sinemadani tiyatrodan kazandıkları akıp gidiyordu aynı dönemde. Anılarını bahsettiği kitabında kumarda 27 apartman dairesini kumar masalarında yitirdiğini itiraf edecekti.
   
            Bu arada iş tekliflerine ve yatırımlara da açıktı ve Kaddafi'nin Libya'sında gece kulüpleri açacaktı. Zamanla Libya yatırımı Libya macerasına dönecekti. Turizm konusunda danışmanlık hizmeti vermek, gece kulübü açmak ve işletmek için gidip orda bazı suçlamalara maruz kalıp hapis yatacaktı. Kurtarıcısı olarak da eski eşi gelip uzun uğraşlar sonucu kendisini şileple kaçıracaktı.
         
     































   60'ları son derece verimli geçiren Öztürk Serengil, 70'li yıllarla beraber sinemadaki düşüşten etkilenir. Ayrıca popülerliğini de yitirmiştir. Esas önemlisi ise kazandıklarından geriye pek bir şey kalmamıştır. Elinden gelip geçen onca paraya rağmen geçinmesi için çalışması gereklidir. Trt'de bir dönem belli seyirciye ulaşan "Gülünüz Güldürünüz"  diye bir program yapar, Trt ve özel kanallarda programlara çıkar, dizilerde oynar. Evlilikleri, boşanmları ve aile istikrarsızlığıyla devam eder ömrü ve bu arada eski eşlerinden birisinden olan kızı Seren Serengil de ünlüler dünyasında yer almaya başlamıştır ve o da oyuncu ve şarkıcılık işlerine girmiştir.
        Yaşlılık günlerinde ciddi bir kendine karşı muhakeme yapar ve hatalarını tespit eder. Bu hesaplaşmasını, anılarını, unutamadığı dostlarını ve Yeşilçamda efsanelikten  unutulmaya doğru nasıl gittiğini Yeşilçam'ı Benden sorun kitabında iyice ele alarak biz yeni nesilleri, artık unutulmaya başlamış eski dönem Türk sineması hakkında aydınlatır. 
             
           Bedeni toprak olsa da anısının yaşaması dileğiyle. çok "Yeşşe " Serengil. 
                     

13 Nisan 2013 Cumartesi

Adanalı Tayfur

                                                                                                                                          13.04.2013
                           
    Zaman kendi yetiştirdiği evlatlarını tüketmek konusunda acımasızdır. Zamanın acımasızlığı konusunda şöhret de payına düşeni her zaman almıştır


      Söz konusu Türk sineması olduğunda ise, şöhret birçok dönem starı için çok kaygan bir zemin olmuştur. Bu kaygan zeminde starlık mertebesine çok hızlı şekilde yükselenler, parayı hesabını tutamayacakları şekilde kazananlar ama aynı süratle aşağı düşenler de olmuştur.

      Şüphesiz ki sinemada en dramatik iniş çıkışlara imza atanların başında Türk sinemasının bir dönem ekol olmuş isimlerinden Öztürk Serengil gelir. İlginçtir kendisi Artvinli olmasına rağmen Adanalı Tayfur tiplemesiyle şöhreti yakalamıştır. 
   
   Sinemaya girişi aslında kötü adam tiplemeleriyle başlamış olmasına rağmen kariyeri tamamen farklı bir yöne ilerlemiş ve komedi filmleriyle zamanının efsaneleşen yıldızlarından biri olmuş ve özellikle Anadolu'da çok sevilen bir yıldıza dönüşmüştür.

    
                  

         Bu konuda rivayetlere göre, babası disipliniyle ünlü bir eğitimcidir, hani eski model müdürlerden, okulun kapısında berber makasıyla bekleyip saç kesen, tipinden huylandığı öğrencileri tokatlayan cinsinden eski kafalı birisidir. Yıllarca Artvin,Trabzon, Antakya'da liselerde eğitimcilik ve idarecilik yaptıktan sonra oğlunun oyuncu olmasına çok bozulmuştur ve de zamanla evladının sinemada sulu zırtlak diye tabir edilen tarz komedi filmlerinde abidik gubidik rollerde yer alması adamcağızın  çökmesine ve sağlığına zarar vermesine neden olmuştur. Yani dedikodulara göre yıllarca ciddiyet konusunda kök söktüren bu zatı muhterem sonunda oğlunu cıvık tabir edilen filmlerde cıvık rollerde görmeye kahretmiştir. 
   
                   
            Erken yaşta evi terkeden ve taşı toprağı altın şehre giden Serengil, anılarını anlattığı "Yeşilçam'ı Benden Sorun" kitabında bahsettiği üzere uzun süre yokluklar ve sefalet içinde yaşamıştır. Yeşilçam'ın kaynağını oluşturan figüran kahvesinde uzun süre yatıp kalkmış ve zaman zaman açlığa talim etmesi gerekmiştir. Zamanla şansı dönen sanatçı, tiyatroda kendine yer edinir ve sinemada da yavaş yavaş roller bulmaya başlar. 

                

         Zamanının oyuncuları Suphi Kaner, Fikret Hakan, Ahmet Tarık Tekçe ile yakın ilişkiler kuran Öztürk Serengil bu arkadaşlarıyla da bir küs bir barışık yaşamıştır. Tarık Tekçeyle küslüğünden sonra zamanla sinemada kötü adam rollerinde onun yerini aldığını iddia etmiştir. Aslında bu grup içinde Suphi Kaner ve Tarık Tekçe Yeşilçam'a adapte olmakta zorlanmışlar ve genç yaşta Kaner çareyi intiharda bulmuştur, Tarık Tekçe ise yaşam boyu korkularına esir düşmüş, ve hayatta en korktuğu şey olan trafik kazası sonucu bu dünyadan ayrılmıştır. Fikret Hakan fiziğinin getirdiği avantajla starlık mertebesinde esas oğlan rollerle parlayıp zamanla karakter oyuncusuna evrilirken, Öztürk Serengil ise kötü adamlı karakter rollerden zamanla komedi filmerinin "abidik gubidik" hallerine evrilmiştir.

                              

      Dönemin şartlarına uyum sağlama konusunda yetenekli olduğu kuşku götürmeyen Serengil tiyatro ve sinemada yer edinip aranan adam olmaya başladığı yıllarda  kendisine yeni kapılar açmayı da ihmal etmez ve Türkiye'da Abidik Gubidik adlı bir gece kulübü açar ve Karadenizli kökenlerinden gelen girişimci cesaretini ileriye götürüp Libya'da da bir gece kulübü açar. Kaddafi ile de iyi ilişikiler geliştirmiştir. 1960'lar Öztürk Serengil için iyi gelmiştir ve önü açık görünmektedir. 
                                  
Öztürk Serengil'e devam edeceğiz... 
                 


Kaynaklar:
     geçmişgazete.com
     Yeşilçam'ı Benden Sorun; Öztürk Serengil
      milliyetarsiv.com
  
                   

9 Nisan 2013 Salı

Türk Sinemasının Keşfedilmesi

                                                                                                                          4.04.2013
                      



                                       Türkiye'de sinema üzerine hayli tartışılmıştır.  Türk sineması;niteliği ve içeriği su götürür sayısız filme imza atmış olmasına rağmen, film türleri, dönemleri, içinden çıkardığı yıldız oyuncular, toplumdaki etkileri, yurt dışında zaman zaman ses getirmesiyle varlığı kesinlikle yadsınamayan bir gerçekliktir.

                             Bu sinema gerçeklikliğiyle bendenizin ve dahil olduğum altın nesil (kaç ayar olduğumuz sosyal tezlere konu olmalıdır), meşhur 80 kuşağının tanışıklığı 90'lı yılların özel televizyon furyasıyla başlamıştı. Acımasız yıllardı, tutucu TRT'ye meydan okuyan özel girişimciler ardı ardına yeni TV kanalları açıyorlardı ve giderek serbestleşen piyasada kızışan reklam rekabetinde reklam sektörünün kendini göstereceği mecralara ihtiyaç duyuluyordu.

                                   Star tv, Show tv, Kanal 6, HBB, Tgrt, Atv, Kanal D ve daha birçok kanal birkaç yıl içinde doğuverdiler. Hatta bununla yetinmeyip 24 saat kesintisiz yayın sürecine girdiler. Daha çok yayın süresi, daha çok reklam kuşakları demekti. Tabii 24 saati dolduracak içerik de gerekiyordu.


                                 İşte burda biz 80 kuşağı çocukları veya ergenleri için Türk sineması ile haşır neşir olma fırsatının doğduğu ortam oluşmuştu. 90'lı yılların başlarında 13-14 yaşında olan birisi için bile Türk sineması fazla birşey ifade etmiyordu çünkü darbeden önce Türk sineması 70'lerin sonunda ciddi ivme kaybetmişti, darbeden sonra can çekişen 90'lı yıllarla beraber ise kendini nadasa bırakan ve sektörel bazda dibe vuran bir durum yaşanıyordu. Ayrıca eskiye dair filmler ise o yıllara kadar tek kanalla yayın yapmakta direnen Trt'de arada sırada yayınlanıyordu.

                         Özel televizyon sektöründeki ivmelenmeyle beraber kanal sayısı ve yayın sürelerindeki bu ani artış Trt'yi bile hareketlendirip 5-6 kanalda birden yayın yapar konuma geçirmişti. İşte tam bu noktada kanalların ve hatta Trt'nin karşısına şu sorun çıkmıştı. Bu 7-24'lük süreyi nasıl dolduracakları sıkıntısı. 

                     Türk sinemasında, Yeşilçam'da üretilmiş ve arşivlerde unutulmaya, çürümeye yüz tutmuş, üzerlerinde toz kütleleri oluşmuş, sayısı bilinmeyen, bilinmesi mümkün olmayan filmler bu noktada kanallar için ciddi bir kaynak oluşturdu. Nasıl olsa Türkiye'de telif hakları denen bir sıkıntı onlar için yoktu, öyle bir yasa işlemiyor ve bu kurumlara maddi ve manevi sıkıntı oluşturmuyordu, zaten yapımcılarının ve oyuncularının da çoktan unuttuğu filmlerdi, böylece rahatlıkla ekranlarda boy gösterebiliyordu. Dolayısıyla kolay ulaşılabilen, maliyet sorunu olmayan, ekranda süreleri dolduran ve karşılığında gelir getiren ciddi bir kaynağa ulaşılmıştı.




                         İşin en önemli tarafı ise bu filmler türlerine, yapım yıllarına, başrol oyuncularına göre değişik yayın saatlerinde, kendilerine göre kaydadeğer izlenme oranları yakalamışlardı. Unutulmuş ya da izlenmemiş filmler seyircide yeni izlenme duygusuyla ilgi uyandırdı ve belli reytingler yakalandı. Hatta bazı filmler ve starlar (Kemal Sunal,Şener Şen) popülerliği yüksek kanalların önemli zaman dilimi denilen "prime time" saatlerinde belli yıllarda önemli oranlar tutturdular. Tekrar gösterimleri bile defalarca izlenilir oldu.


                         
                          Eski Türk sineması yeniden keşfedilme sürecinde, 80 kuşağı çocuklarıyla bu ortamda buluştu. Sabah kuşağında 50'li yılların sonunda popülerleşen ama sonra unutulan ve hatta maddi olarak büyük zorluklar yaşamış Cilalı İbo bu şekilde farkedildi. 60'lı yılların efsanesi, o dönem akla hayale sığmayan paralar kazanmış ama elinde bir şey tutamamış yaşam sürati konusunda rakip tanımayan Öztürk Serengil'in, çoktan bu dünyadan göç etmiş olan Vahi Öz'ün, o yıllarda köşesine çekilmiş Sadri Alışık gibi çok eskilere dair daha birçok sanatçının yeniden tanındığı süreçti bu.